27 Şubat 2014 Perşembe

Büyülü Bir An

Otobüsten yine yanlış durakta inip eve kadar daha fazla yürümek zorunda olduğum bir gün daha.
Büyülü bir an bu.
Tek lambayla aydınlatılmış ıssız sokakta yürürken bir anda Another Day in Paradise kulaklarıma doluyor.
Bir an önce eve ulaşma isteğiyle hızlanan adımlarım yavaşlıyor önce,
yavaşlıyorum.
Bir anda bu ıssız ve loş sokak gözüme daha iyi görünüyor.
Ayrılmak istemiyorum.
Sokak bitsin istemiyorum.
Eve gitmek istemiyorum.
Müziğin, sokağın, ıssızlığın keyfini çıkarıyorum.
Büyülü bir an bu.
Mutlu oluyorum, keyifleniyorum yok yere.
Eşlik ediyorum.
Nefes alıyorum ve bir derin nefes daha.
Okulun stresi ve yorgunluğu, sonrasında dershane, insanlar, yüzler...
Siliyorum hepsini bir an için.
Bir an için her şeyi bir sandığa kapatıyorum.
O anı yaşıyorum; şu anı yaşıyorum.
Yalnızlığımı yaşıyorum.
Büyülü bir an bu.
Şarkı bitene kadar dolanıyorum sokakta; bir türlü evime çıkan yola sapmıyorum.
Derken şarkı sona eriyor.
Yeniden düşünmeye başlıyorum.
Büyülü bir andır bu.

16 Şubat 2014 Pazar

Her an değişebilir.

En sevmediğim durum; önümde bomboş bir sayfa var ve ben yazamıyorum. Yazacak yığınla şey var ama ben çekiniyorum. Cümlelere başlayıp bir türlü sonunu getiremiyorum. Depresif yazmak istemiyorum ama oluyor işte. Hem ne demiş İlhan Berk "Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz." Değil mi ama? İstiyorum ki şöyle bir denize açılayım, bir yalnız kalayım. Biraz okuyayım, biraz yazayım. Ben kıyı insanıyım. Güzel günler geçiriyorum, güneşli günler. Mecazen tabii, ama güneş yakınmış. Geliyormuş, yoldaymış. Daha önce olanın tekrar olmasıdır korkum. Yazdım, uzaklaştı. Bu yüzden yazamıyorum. Çok matah biri değilim, hayatımda ya da kafamın içinde çok bir şey dönmüyor. Dün sabahı hatırlıyorum da; bambaşka bir modda idim. Ev ile durak arasındaki o mesafe ve o yolda geçen mini minicik o güzelim dakikalar günümün en güzel yanı. Sabah pusuyla yeni uyanan yolda yürümek, ıssızlıktan faydalanıp çaktırmadan çalan şarkıya eşlik etmek, bazen deli kaptırıp dans etmek... İnsanların hep tek bir şeye odaklanıp çevrelerinden akıp giden hayatı fark etmediklerini, çok şey kaçırdıklarını düşünürüm. Ben de bilhassa sabahları kendime ya da günüme değil de sadece etrafıma odaklanırım. Durağa giden yolda sürekli karşılaştığım insanlara "Merhaba" demenin ne zararı olabilir ki? İlk zamanlarda korksam da şimdi başını okşayabildiğim köpeklerin de. İnsanların sabah yüzleri hele, en büyük eğlencem. Göz göze geldiğin birine gülümsemekten daha doğal ne olabilir ki? Kabul, bazen tam bir polyanna oluyorum. Her neyse, sapıtmadan. Dün durakta beklerken görme engelli bir kadın geldi. Sopasıyla yoklayarak buldu, geldi, çantasından otobüs kartını çıkarttı beklemeye koyuldu. Bu kadın durakta yanında duran kişiye "Günaydın" dedi. Gülümsedi. Yabani gibi gözüken adam da kadına döndü, hafif şaşırdı o da "Günaydın" dedi. Bu kadardı. Sonra o adam otobüse binerken kadına yardım etti. O anda aklımdan tek şey geçiyordu; ben de o kadının yerinde olabilirdim. Olabilirim de. Hepimiz olabiliriz. Hayatımda gördüğüm ilk görme engelli kişiydi, hatırladığım kadarıyla. O ana dek böyle bir engelin varlığı hep hayali gelmişti. Bir şeyin olabileceğini bilmek katlanılabilir lakin olduğunu bilmek. Bu durum biraz sarsar. Düşündüm de, gördüm de, o kadın mutluydu. Bunu tanımadığını birine gülümseyişinden anlayabiliyordunuz. Kendiyle barışıktı, belli ki engeliyle de. Bunun dünyasının sonu olmadığının farkındaydı. Görme engelli olmanın nasıl bir şey olduğunu düşündüm; hiç kurtuluşu olmayan karanlığı. Şuan bile ne kadar ürpertici geliyor. Sonra şükür faslı geldi. Ben ki, dindar biri değilim. Kimliğimin aksine müslüman da değilim. Ateist, belki. Ben kendimi bu konuda etiketlemek istemiyorum. Ummak her insanın lüksü. Ama şükür faslı diyordum; o an mutlu oldum. Gerçek anlamda. Aslında düşündüğümden daha fazlasına sahibim. Sağlıklıyım, herhangi bir engelim yok, ailem ve arkadaşlarım var, istediklerimi gerçekleştirebileceğim imkanlarım var... İnsan ciddi bir sorunla karşılaştığında o güne kadar dert ettiklerinin aslında ne kadar önemsiz, ne kadar küçük şeyler olduğunu anlıyor; bu da öyle bir andı. Yarınımın garantisi yokken bugünümü mahvetme lüksüne nasıl sahip olabilirim ki? Bencilliklerimle asla geri gelmeyecek zamanlarımı yok ettim, zevk almak varken acı çekmeyi tercih ettim zaten. Bencillik diyorum, her kötülüğün anası bence. Sonra hayattan tat almaya karar verdim, çünkü bugünlerim dün olduğunda onları geri getirme olanağım yok. Karar verdim ve uymadım. İnsan bencil bir varlıktır. Bugün başımdan bir sürü olay geçti. Yanlış durakta inip sağanak yağmurun altında küfrede küfrede yürüdüm örneğin. Şemsiye kullanmam ben. Sonra neden şemsiye kullanmadığımı hatırladım; ıslanmayı seviyorum. Derken adımlarım yavaşladı, saçaklardan kaçtım ve yağmurun, ıslanmanın, ferahlığın tadını çıkardım. Özgür hissediyordum, mutlu hissediyordum. Bu kadar işte. Bu kadar kolay aslında mutlu olmak, canlı hissetmek.
Ne diyordum nerelere geldim. Mutlaka yaşanan her olayın, her durumun birbiriyle bağlantısı olduğuna inanıyorum. Her şerde bir hayır vardır misali, eğer başıma bu geldiyse mutlaka bir nedeni vardır diyorum. Kaderci bir yaklaşım mı? Belki. Bu yazıya nasıl başlayacağımı bile bilmiyordum ama bakın aldı yürüdü.

14 Şubat 2014 Cuma

A Dream Within A Dream

Take this kiss upon the brow!
And, in parting from you know,
Thus much let me avow-
You are not wrong, who deem
That my days have been a dream;
Yet if hope has flown away
In a night, or in a day,
In a vision, or in none,
Is it therefore the less gone?
All that we see or seem
Is but a dream within a dream.
I stand amid the roar

Of a surf-tormanted shore,
And i hold within my hand
Grains of the golden sand-
How few! Yet how they creep
Through my fingers to the deep,
While i weep- while i weep!
Oh God! Can i  not grasp
Them with a tighter clasp?
Oh God! Can i not save
One from the pitiless wave?
Is all that we see or seem
But a dream within a dream?
Üstte görülen bu şiir Edgar Allan Poe'nun en bilinen şiiri. Yani bildiğim kadarıyla. You're So Dark'ı dinlerken aklıma takıldı, ufaktan bir araştırdım ettim falan. Beğendim de. Şimdi anlaşılmayı azami düzeye yükseltmek için Türkçe'sini de bırakıyorum buraya, hayırlı olsun.
Alnına konsun bu öpüş!
Ve, şimdi senden ayrılırken,
İtiraf edeyim ki-
Günlerimi bir düş
Sayarken yanılmıyorsun;
Ama, umut gitmişse uzaklara
Bir gece ya da bir gün

Bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın
Fark eder mi bu yüzden?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz
Yalnızca bir düşün içinde bir düş.
Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
Haykırışları içinde duruyorum-
Ve altın kum taneleri tutuyorum avucumda-
Ne kadar az! Ama nasıl da
Süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlere
Ben ağlarken- ben ağlarken!
Ah tanrım! Daha sıkı
Tutamaz mıyım onları?
Ah tanrım! Tekini bile kurtaramaz mıyım acımasız dalgadan?
Bir düşün içinde bir düş mü
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?
Bu da böyle bir renk oldu; güzel oldu.
Şimdi gönül rahatlığıyla kitap okumaya dönebilirim.


8 Şubat 2014 Cumartesi

Pişmanlık

Bir yer var biliyorum
Her şeyi söylemek mümkün
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum
Anlatamıyorum.

Sabahtan beri aynı şeyi düşünüyorum; pişmanlıklarımı. Çünkü pişmanlıkların insanı yönlendirdiğine ve kişiliğinde büyük yaralara ve/veya yararlara neden olduğuna inanmak gibi çılgınca bir duyguya kapıldım. Eğer öyle bir şey varsa, ki pek muhtemel, o zaman şöyle bir soru oluşuyor; pişmanlıklar unutulmaz mı? Karşılaştığımız her durumda pişmanlıklarımızın bir etkisi olabilir mi? Karşılaşılan her engel üzerine seçilmeyen o ikinci yol pişmanlık mıdır? 
Bilmiyorum, kafam karışık. Sanırım yemeği fazla kaçırdım, sıkıldım, yine yalnızım, deli yalnızım.
Böyle saçma sapan şeyler düşünüyorum; tutuyorum aşk diyorum, bırakıyorum anılar diyorum, pişmanlık diyorum, yalnızlık diyorum. Birkaç gündür yazmadığımı fark ettim en sonunda yazayım dedim. Belki de sadece yazmaya ihtiyacım vardır. Sanırım Tezer Özlü'nün bu konuda bir kitabı olacaktı.
Ben öyle belli bir konu üzerine mükemmel makale yazabilen biri değilim. Aslında benim yazmak gibi bir yeteneğim de yok. Hep resim çizebilmeyi istemişimdir, en imrendiğim yetenek. Sesim güzel olsun, dans edebileyim, çok zeki olayım, dramatik olayım, yazı yazabileyim, şiir yazabileyim; ne bileyim? Ben hep herkesin imreneceği bir yeteneğim, bana özgü bir şeyim olsun istemişimdir. Ki bu şeyi edinebilmek için de az uğraştım diyemem. Akla erkana sahip olduğum dönemden beri insanlarla tanıştım ve her zaman üzerlerinde iyi bir izlenim bırakmak istedim. Ama zaman ilerledikçe ve insanlardan duyduğum "tanıştığımızda sana çok gıcık olmuştum" yorumu arttıkça şu "tanısan seversin" insanlarından olduğumu anladım ve artık ilk izlenim için kendimi kasmamaya başladım. Bugün bir konuşma esnasında da fark ettiğim üzere yeni arkadaşlar edinme konusunda da kendimi kapattım. Zaman ilerledikçe insanların hakkımda ne düşündüklerinin önemi artmaya başladı ve ben bu yüzden arkadaş eklemeye değil arkadaş eksiltmeye başladım. İnsanları hayatımdan teker teker çıkarttıkça nasıl rahatladığıma şaşırıp buna devam etmek istiyordum. Evet, o hayallerimdeki yalnız kız olmasına olmuştum ama hayallerimdeki gibi mutlu değildim. Aslında, yalnız olmak boktan bir şeydi. Ve çevremde hiç arkadaşım kalmamıştı. Hep böyledir, bir sabah uyanırsınız ve günaydın diyecek kimseniz olmadığını fark edersiniz. Yalnızdım ve bu duruma üzülüyordum üzülmesine de hem yeni insanlar tanıyamayacak kadar korkak hem de eskileriyle tekrar arkadaş olamayacak kadar bilgiliydim. Tekrar arkadaş olmak diye bir deyim yoktur zaten. Arkadaşsındır ya da değilsindir. Eski bir dost geçmişten bir dosttur geçmişte bıraktığın değil. Yetenek diyorduk, her neyse kendi dream girlüm bile olamadım. Gitar çalmayı öğrenmek istedim 6 ders sonra bıraktım, yaratıcı drama derslerine başladım ve sadece 2 defa katıldım. Sorumluluk sahibi ya da hevesli biri değilim. Şu yaşıma kadar birçok kitap okudum ve hep o kitapların yazarı olmak istedim ama yazma denemelerimin hiçbirinde dikiş tutturamadım. Elimden geldiği kadarıyla her şeyi denedim, müzik, spor vs ama hiçbir şeye yeteneğim olmadığını fark ettim. Ben de oluruna bıraktım.
Pişmanlık diyorduk, işte bu benim pişmanlığım. Başka biri olarak doğmamak.
Evet pişmanlıklarım karakterimi geliştirdi, kötü yönde. Eminim bunun için kullanılan bir deyim vardır ama bilmiyorum, yeteri kadar okumuyorum bile. Kendi problemlerimden dolayı insanları itelediğimin farkındayım. Ani çıkışlarda bulunabiliyorum çoğu zaman. Aynı evin içinde 3 kişi birbirini görmeden yaşayabilir mi? Bizim evde yaşayabiliyor. Kalabalıkta da yapamıyorum yalnızlıkta da. Daha iyi bir insan olamadığım için pişmanım. Daha zeki, daha entel, daha havalı, daha yetenekli... Evet sahip olduklarım beni ben yapan şeyler, peki neye sahibim?
Biraz iç karartıcı biraz da tutarsız oldu sanırım. Ama dedim ya, yazmak gibi bir yeteneğim de yok.

5 Şubat 2014 Çarşamba

Eftalking

Bazen yazmak kaçınılmaz bir gereksinim haline geliyor. Anlatmam gereken, içimde tutmak istemediğim şeyler oluyor ve kimseyle konuşamıyorum. Konuşacak kimse olmadığından değil, yani tamamen benim saçmalığım, anlatamıyorum bir türlü. Şuan da o anlardan biri. Galiba 20 yaş dişim çıkıyor, canım acıyor. Her şeyi içimden geldiği gibi burada da anlatamıyorum, yani çoğu zaman. Yılmaz'ın okuduğunu bilmem yetiyor. Ya da Umay'ın ya da liseden başka başka kişilerin. Zaten anlattıklarımsa sorun değil. Bunları yazmak bile çok kolay değil, şubat ayı gece soğuğuna rağmen tişörtleyim ve çok tatlış çoraplarımın sarmaladığı ayaklarım terliyor. Ellerim Snape'in Harry'e bakışı kadar soğuk. Yarım saat kadar önce ne sikim düşündüysem Yılmaz'a dm attım ve her an beni unfollowlamasını bekliyorum. Ki komik tarafı; mesajı atmaya karar verdiğim anda midem kıpraşmaya, böbreklerim titremeye, karaciğerim Jüpiter ulusal karşılamasını yapmaya, ellerim uyuşmaya başladı. Böyle saç diplerimden ayak parmaklarımın üzerindeki o küçük tüycüklere kadar ürperdim falan. Garip bir his. Neyse sakin olayım çünkü terslemeden cevap verdi. O kadar paranoyaklaştım ki... Ne zaman biri takip etmeyi bıraksa kesin Yılmaz diyorum. Ufaktan sıyırdım galiba. Ya da tamamen dişimin canımı acıtması kaynaklı, bilemedim. Ehehehehhe. Nihayet kitap danışmak istediğim yegane kişilerden birine kitap danışabildim. Ne bileyim tüm o beni uzaklaştırma, itme ve soğuk davranma durumlarından sonra normal konuştuğunda aşırı seviniyorum. Ve şaşırıyorum. Gelen mesajı açmaya korkuyorum tersleyecek diye, parmaklarımın arasından bakıyorum. Sonra terslemediğini görünce sevincimi dışarı yansıtıp kafamı vuruyorum. Seriously woman, boynum kopup gidecek galiba.
Yazma konusuna gelirsek. Burada rahat olamıyorsam acaba kimsenin bilmediği yeni bir blog mu açmalıyım? Bunu gerçekten düşündüm. Ama ben bu blogu da öncekinden kaçmak için açmıştım. Hatta blogta yazmaya başlama amacım da içimi olduğu gibi dökmekti. Yani zaman içinde amacımdan sapıp kendimle çelişmeye başladım. Olmamalı. Ve burada gelişine yazma kararı aldım. Görünen o ki burası daha çok sıkıcı bir hal alacak, yani hala okuyorsanız; okumayın. Gerçekten.
Tamam, cidden Yılmaz'dan kitap istediğime inanamıyorum. Seriously girl what's wrong with you?! Cevaba bakmaya korkuyoruum. Çok fazla AHS izledim galiba, sürekli bir nigga ağzı dönüyor beynimde. Tam bir zenci yelloz zihnine sahibim şuan. Çok korkuyorum. Uzattıkça uzatıyorum ama her an bunun da öncekiler gibi "Amacın ne Eftal?" e bağlanmasını bekliyorum. Ve bundan korkuyorum. 2 gün önce günlüğüme sakın kapılma, sakın abartma, AYNI HATALARI YAPMA!!! yazdım ve aynı hataları yapıyorum. Tam da benden beklendiği şekilde, değil mi? Üff şuan Ecem, Ceren veya Aslı yanımda olsa ne biçim döverlerdi beni. Stop yelling me!!! Mantıklı düşünüp mantıksız davranmama ne demeli? Yapmamam gerektiğini bile bile yapıyorum işte. Sonuçlarını da biliyorum ama engel olamıyorum. Sanırım şeytan ruhumu ele geçirdi arkadaşlar siz gidip kendinizi kurtarın. Hemen!!
Bir de şu geçen gün peşime takılan tekerlekli sandalyeli adamdan sonra şansım mı açıldı nedir, ehehehehe. Geçen gün de durağa giderken çocuğun teki yapıştı, abim sana hasta olmuş bi selam verir misin aha da şurda bak bakıyo, diye. Egoist mi olsam? Ya da yok okulda bu konuda benden bin kat üstün kişiler var aşık atamam. Neyse, Yılmaz'la konuşmayı suyunu çıkarmadan bırakmalıyım. Her an saçmalamaya başlayabilirim yoksa. Ona da yazık. 5 güne okul açılıyor, uyanamayacağım gibi bir gerçek var. Bir de servisi bıraktım. Azıcık pişman olmaya başlamış olabilirim, en azından benim yerime okula yetişmeyi Aydoğan amca düşünüyordu çünkü. Hala evden kaçta çıkacağıma karar vermedim tabii. Ayrıca kalabalık otobüslere binememe şeklinde über saçma bir korkum da var. Aynı şeyi asansörde de gösteriyorum. Tek başıma asansöre binemiyorum da ben. Ya da kıyafet kabinleri ama şu butiklerde olanlardan. Sonradan eklenmiş, şantiye tuvaleti gibi olanlar. Klostrofobik değilimdir de 29 varım. Neyse, kesin sürekli geç kalacağım. Ceren haklı, olduğu gibi yazmak çok daha rahatlatıcı. Keyfim yerine geldi be. Yılmaz'la konuştum falan. Bir de elimi bilgisayarımın köşesine pis vurdum. Bu geceden sağ çıkabilecek miyim tanrım? Nys sn mşglsn glb.
Artık susmalıyım. Mutlu da oldum. Gidip biraz Tezer Özlü araştırması yapayım.
Ammaaa. Keşke geçmişe dönüp şu vodkayla su bardağı shot yapmaya çalışan Eftal'e her şeyin daha iyi olacağını söyleyebilsem. Tanrım, sabaha kadar o kadar çok ağlamıştım ki bir ara kendi sümüğümde boğulacağımdan korkmuştum. Bir de 10 Kasım var tabii. Dün Ali'yle konuştuk, Yılmaz yanımda dururken neler yaşadığımı, aynı anda 564891568 duygunun birden bünyeme hücum ettiğini anlattım. O da kendini kötü hissettiğini söyledi. Neden diye sorunca da; "Sen Yılmaz'ın yanında bunları hissederken ben ona milyon tane 9buçuk gösterdim." dedi. Umarım çok fazla needy görünmüyorumdur. Aslında Ali'yle Yılmaz hakkında konuşmak çok rahatlatıcı. Hem ben onun ne düşündüğünü, neden öyle davrandığını anlıyorum; hem de onlara kendi bakış açımı sunabiliyorum. Böylece en azından hakkımda kötü düşünmediklerini düşünüp içimi rahatlatıyorum.
Gidemedim.
Hala okuyorsanız ve bundan banane ya deyip gitmediyseniz çok sağ olun!
Seviyorum ulen herkesi!
Pıtırcık Eftal.

"İnsan sevdikçe iyileşiyor anladım."

İyi haber; sinir olmuyormuş.
Çok çok iyi haber.
Kötü haber ise açıklayamadığım ve anlamlandıramadığım sebeplerden ötürü mumla arıyorum Yılmaz'ı.
Daha bi çok özlüyorum sanki.
Geçemiyorum.
Bırakıp devam edemiyorum.
Kalakalıyorum.
İnsanların başını şişirmeye devam ediyorum.
İnsanlardan kaçmaya da.
Çoğu zaman kendimi zor tutuyorum bir şey yazmamak için.
Korkuyorum da
yine bırakırsa diye.
Sakın ha, bir şey düşünmüyorum, bir şey beklemiyorum.
Seviyorum be.
Sürekli ondan bahsetmeyi seviyorum.
Herkese onu anlatmayı seviyorum.
Hayal kurmayı seviyorum.
Okuduğum her satırın, dizenin, dinlediğim her şarkının onu anımsatmasını seviyorum.
"Acaba o ne derdi?" "Acaba o ne düşünürdü?" diye kafa yormayı seviyorum.
Onun yazdıklarını okumayı seviyorum.
An geliyor, aynı şeylerden zevk aldığımızı, aynı şeyleri sevdiğimizi seviyorum.
Seviyorum işte.
Onun hakkında en rahat konuştuğum kişi de en yakın arkadaşı.
Sanırım bunalıyor o da ama ben içimi döküyorum.
Bilmem söylemeli mi?
En fenası da, herkeste ama herkeste ondan izler arıyorum.
Ona benzesinler istiyorum.
Eğer benzemiyorlarsa soğuyorum, uzaklaşıyorum.
Bendeki tüm yaraları o açıyor,
ben sevdikçe kapatıyorum.
"İnsan sevdikçe iyileşiyor artık anladım."

4 Şubat 2014 Salı

37

uyumamı engelleyen bir şey var,
kafamın içinde dönüp duran tek bir cümle;
"sana sinir oluyor"
tüm gün ve gecenin büyük kısmının ardından sadece bu cümle.
ben bu duyguyu daha önce de yaşamıştım,
yılmaz bana
"gökay senden nefret ediyor" dediğinde.
ama bu kadar acıtmamıştı.
hem ben gökay'a hiç aşık olmadım ki.
selamlaşıyoruz, adam akıllı konuştuk bile.
ama her şey geride kaldıktan sonra.
vakit yok.
biz asla normal olamayacağız.
benden nefret ettiğini
ya da bana sinir olduğunu
zaten biliyordum, yalnızca
bunu duymak, kesin olduğunu görmek
fazlasıyla acıttı.
içimi dökebileceğim kimse yok,
ben de buraya geldim işte.
midemde bir burukluk.
ben kötü biri değilim.
kötü bir şey de yapmadım.
sevmenin neresi kötü?
hiç anlamadım.
anlamıyorum da.
beni sevmeyeceğini, sevmediğini biliyorum ama
kötü ayrılmak istemeyen de oydu.
neden konu yılmaz olunca bu kadar kötü hissediyorum ki?
aşkın pozitif bir duygu olması gerekmiyor muydu?
midede kelebekler uçuşuyor, meksika biberi bile tatlı gelmiyor muydu?
bu aşksa benimki başka bir şey.
içten içe kemiriyor işte.
kanser gibi bir şey.

3 Şubat 2014 Pazartesi

Oluyor 2 Mevsim

Bin bir parçalık ruh tanelerimi getiriyorum
Bin ikinciyi sen alıyorsun.
Bir anda tüm özneler sen oluyorsun.
Sen, bir anda dünyanın merkezini elliyorsun
Nasıl oluyor, şehrime bahar geliyor.
Kuşlar sevgi tozu üflüyor solmuş kalplere
ve sen bir çiçekte açıyorsun.
Nasıl oluyor, şehrime bahar geliyor.
Aylardan Mayıs oluyor gül tadında her yer
ne günah kalıyor ne şer
bu bahçe biraz sen kokuyor;
nasıl oluyor, şehrime bahar geliyor.
Her boşluk, her hiçlik, her yangın yeri
umut uğruna dökülen her alın teri
her çocuk kahkahası sevinçle kucaklayan geleceği;
Ve sen bir anda benliğimin merkezini elliyorsun
Nasıl oluyor, şehrime bahar geliyor.
Küçük parmakları soğuğun
buz tutan her soluğun
ardı arkası kesiliyor.
Nasıl oluyor, şehrime bahar geliyor;
Ve sen bir anda sevdamın merkezinde beliriyorsun.
Hakaret yağdıran  fırtınalar
cümlelerinden oluşan kasırgalar
olmazlar saçan lavlar, hayırlar yüklü hortumlar.
Gidişin felaketi çağırıyor,
varsızlığın kıyamet.
Güzelim çiçekleri hapsediyor hiçliğin.
Güneşi söndüren de kinlerin.
Ve nasıl oluyor, sen bir anda başını çevirip gidiyorsun;
Yerinden ettiğin onca yıldız parlaklığında her küfrün
Acıttığın masum hayallerin suçlusu yok senden başka,
nasıl oluyor, özneler yüklemleri terk ediyor.
Yorgun ellerimde geçmişin tozu yüklü, ağır zaman, ağırlaşmış
Bildiğim tüm kitaplar, sahip olduğum tüm ayraçlar tükenmiş
Ölü bir kuşun ötüşünde gizli yarım kalmışlığım.
Baktığım tüm aynalar can kırıklarıyla bezenmiş,
civayla bilenmiş.
Acıyan canım mı ağırlığım mı?
Soğukluğu geceye hiç yakıştıramıyor ayak parmaklarım.
Sensizliği hiç yakıştıramıyor geceye soluk alışlarım.
Gözlerim, seslerim, nefeslerim, daha nelerim?
Ve bin bir parçaya ayrılıyor bir anda ruh tanelerim.
Nasıl oluyor, şehrime gelen bahar
seninle birlikte
bizi
terk ediyor.