30 Kasım 2012 Cuma
Bir Liseli Dramı
Liseli olmak öyle pek de ilkokulda hayal edildiği gibi değilmiş. 2 yıldır profesyonel liseliyim ve bunu yeni anladım. 8. sınıftayken hep hayal ederdim, lisede şöyle bir ortamım olacak, ben böyle olacağım, derslerim çok iyi olacak ama inek de olmayacağım falan filan. Ama ilk hezimetimi ilk sınavlarda yaşadım. Güle oynaya girdiğim sınavda kalem kıpırdatamayınca anladım lisesinin öyle hayal ettiğim gibi bir yer olmadığını. Zaten ben de hayal ettiğim ben değildim. Hiçbir zaman saçları mükemmel görünen, havalı, ne bileyim olgun bir kız olamadım. Hem ben saçımı açık bırakamıyorum bile neyini hayal ettiysem. Belki annemin okula açık saçla gidilmez diyerek 1. sınıftan beri üzerimde baskı uygulamasının da etkisi olabilir tabii ama saçım açıkken ben ben değilmişim gibi hissediyorum yahu. Böyle bir anda bir olgunluk geliyor çöküyor üstüme. Gülmüyorum, eğlenmiyorum neden çünkü saçlarım toplu değil, neden çünkü ben bir manyağım. Ama bu sadece okul için geçerli. Neden çünkü ben okulda bir mazoşistim, saçlarını açık bırakamayan bir psikopatım ben. Ama saçımı bir toplayayım ayy sanki dünyalar benim oluyor, ergenlik döneminde o hep arayışında bulunduğumuz kimliğime kavuşuyorum, kendime geliyorum karnımdaki tenyalar bile halay çekmeye başlıyor. Bu yıl bile saçımı kestirirken hiç toplamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat işte. Bir de ben o "lan bugün ne giysem okulda acaba" diyen kızlardan da olmadım pek. Akşamdan elime ne geçerse, neyim temizse giyip çıkıyorum evden. Her ne kadar beni olduğumdan mal ve şişman gösterse de en çok erkek kazaklarını giymeyi seviyorum. Ah onlar nasıl rahat nasııl. Hem istediğin kadar yiyebiliyorsun göbeğinin çıkma derdi yok. Yani göbeğin çıkıyor da kazağın bol olduğu için belli olmuyor, ne güzel. Tabii ben saçlarım toplu, üzerimde erkek kazağı, altımda pantolon okulda gezinirken oğlan çocuğu gibi görünüyorum o ayrı. Ama napıyım, maksat rahatlık. Hayır yani kime kendimi beğendireceğim ki, okulda bakacak bir tane bile çocuk yok. Öyle boş boş geziniyorum teneffüslerde. Bir de öyle bir okulda okuyorum ki, herkes herkes hakkında her şeyi biliyor. Spy School halt etmiş bizim lisenin yanında. İnsanlar gelmeden hakkındaki bilgiler geliyor okula. O ona, o ona derken herkes her şeyi öğreniyor haliyle. Böyle bir okulda istesen de sır tutamıyorsun. Tamam canım eğitimi güzel ona bir şey dediğimiz yok ama ortamı o kadar kötü ki, bazen okul değiştirmeyi hayal ediyorum itiraf etmek gerekirse. Tabii sadece itiraf ediyorum her ne kadar garip bir okul olsak da seviyorum okulumu yani öylece bırakıp gitmeyi götüm yemiyor. 1200 kişilik bir okulda tanımadığım tek tük kişi çıksa bile hemen onlar hakkında bilgi edinebiliyorum zaten. Aslında o kadar da kötü bir yer değil canım, kötüler olduğu gibi iyiler de var ama tabii biraz azınlıkta. En azından arkadaşlarımdan memnunum beni her türlü mallığımla sevebilen insanlar çünkü onlar. Belki ilkokul hayallerimdeki gibi bir ortamım ya da bir lise hayatım yok ama en azından sahip olabileceğimin en iyisine sahibim sanırım. Tabii her 9. sınıf öğrencisi gibi ben de geçtim o kafama göre arkadaş arama evresinden. Evet, birçok hata yaptım, bana uymayan davranışlarda bulundum, kendimle çeliştim birçok kez. Ama sanırım sonunda doğru insanları buldum ya da onlar beni buldu bilmiyorum. Kim ne derse desin insan en büyük acıları lise döneminde çekiyor ve en iyi dostlarını da bu dönemde kazanıyor. Çoğunlukla belli etmesem de arkadaşım dediğim herkesi seviyorum. Ve tabii bir de düşmanlar var. Kimseye açıkça düşmanlık ilan etmedim ya da kimse bana etmedi ya da ben öyle sanıyorum yine bilmiyorum. Ama asla olmaz dediğim veya sevmiyorum dediğim, uzak durmalıyım dediğim kişiler var tabii ki. Mümkün oldukça uzak durmaya çalışıyorum ama bir şekilde o göt kadar okulda bir araya geliyoruz tabii. Olabildiğince az sinirsel harapla atlatmaya çalışıyorum o anları. Arkadaşım değilsen düşmanımsındır benim. Bu fazla kesin oldu, düzeltiyorum arkadaşım değilsen veya tanışmadığımsan düşmanımsındır. Bu biraz daha mantıklı evet. Ne yazık ki böyle kesin kurallar var okulumuzda. Ben de isterdim tabii ki herkes beni sevsin, arkadaşım olsun ama benim herkesi sevmediğim gibi beni sevmeyenler de var. Hayır yani lokum gibi kızım neyimi sevmiyorlarsa, beni sevmeyen insanları anlamıyorum ısfghjsfdg. Megalomanlık yapmadan bitiremeyeceğim sanırım bu yazımı, neyse ben en iyisi fazla uzatmadan kaçayım. Liseli olmak zor.
27 Kasım 2012 Salı
Hot N Cold
Emre Aydın'ı ileri görüşlülüğünden ötürü çok büyük tebrik ediyorum şuan. Adam yazdan başladı soğuk soğuk odalar demeye. Aynen öyle durum, hangi odaya gitsem soğuk yahu. Bir tek tuvalet sıcak orada da fazla zaman geçiremiyorum malum. Daralıyorum diye atlet giymem, rahatsız oluyorum diye çorap giymem, üstümde tişört altımda eşofman sonra Eftal neden üşüyor? Ondan değil bende bir de kansızlık var pıtır pıtır üşüyorum vallahi. Soğuktan ellerim bir acıyor ki sorma. Klimayı da hiç açasım gelmiyor, kış geldi tribine girmek istemiyorum. Ama kendimi ne diye kandırıyorsam eşşekler gibi kasım ayındayız hatta kasım ayının sonundayız yahu. Evde süpermen gibi battaniyeyle dolaşıyorum, uçan adam sabri modunda. Bu sabah otobüs beklerken resmen o akvaryumdaki buz şeysi var ya hani hah oradaki buzdan heykellere döndüm. Converse + çorap varken ayak parmaklarım bile dondu. Ellerim de bir üşüdü ki sorma, acısından mesaj bile yazamıyorum. Tanrı vergisi ultra minik parmaklarım olduğu için eldivenler çok şekilsiz hatta bildiğin iğrenç görünüyor ellerimde, takamıyordum da. İyi ki atkı takmışım valla, bere kaşındırıyor diye bere de takmıyorum ama canım kulaklıklarım benim, kulaklarımı çok güzel sıcak tutuyorlar, buradan kokulu kokulu öpüyorum onları. Kış mevsimini sevme nedenim herhalde mont+bot+atkı yapmak ve bir de doğum günüm olması :D Ama bu yıl 21 aralık davasından mıdır nedir doğum günümle ilgili kötü bir his var içimde. Dilediğim gibi geçmeyecek. Neyse canım moral bozmaya lüzum yok. Soğuk ve kapalı havalardan hiç hoşlanmıyorum ya da kapalı havalardan hoşlanmıyorum mu demeliyim, bilemedim. Ruh halim berbat, enerjim düşmüş, sadece esnemek ve uyumak istiyorum. Böyle çevremdeki her şeyden sıkılıyorum, geriliyorum, boş boş bakıyorum falan. Okulda her gün aynı şeyleri yapmak o kadar baydı ki, hadi diyorum bu öğlen dışarı çıkmayayım, ama içeride de ayrı sıkılıyorum. Aç olmadığım halde yemek yiyorum sırf zaman geçsin, sıkıntım dinsin diye ve biliyorum açken daha depresif biri olduğumu habire yiyorum ben de. Tam dedim ben en az bir 56 kilo olmuşuımdur ufuuu, ama bugün teyzemlerde tartıldım vee hala 53 kiloyum sayın seyirciler. Evet 54'e dayanmış bir 53 yani 53,8 ama sonuçta tartıda 54 değil 53 yazıyor bir kere. Durup durup da aklıma Perşembe günkü veli toplantısı geliyor, hayır sevgili sınıf öğretmenimiz neden bildiğim kadarıyla sadece benim babama mesaj atmış ki? Tamam babam gelmiycek çünkü söylemedim dedim, tamam o da evinize gelirim yine de konuşurum dedi. Ben de kapıyı açmam ki dedim. İş inada mı bindi nedir? Neyse zaten salak Eftal her zamanki gibi neyi söylemeyecekse ağzından kaçırdığı için babam perşembe günkü veli toplantısına geliyor, tanrıya şükür ki babam geliyor ya annem gelseydi, düşünmek bile istemiyorum. Sözün özü; soğuk soğuk odalar yoksun neye yarar örtünsem kat kat yorganlar amaaaaan.
25 Kasım 2012 Pazar
Yıkarlar değil Yıkarlar
Bazen tam bir deniz kızı Eftalya oluyorum. Sanki yarım saat önce banyoya girmeye üşenen, kokuşuk kokuşuk oturan ben değilmişim gibi bir girdim mi bir daha öldür allah çıkmıyorum sudan yahu. Tabii sonrası elektrik + su faturasının gözüme gözüme sokulması. Ben ki yazları gölgeli şezlongumda mıyıl mıyıl uzanmış, yavşak yavşak bakınırken, sıcaktan bunalıp 8 kilo ter atarken üşengeçliğimi yenip denize bir giriyorum ufuuuu sonrası mukdeşem. Bebeler gibi sığ suda cıbıl cıbıl oynamak mı dersin, dalıp sonra yosunlardan korkup hızla su yüzüne çıkmak mı dersin, kendi kendimle yarış yapıp en uzağa en hızlı kim gidecek şizofrenliği mi dersin, sonra efendicağızıma söyleyeyim suyun içinde fok balığı gibi taklalar atmak mı istersin, ne ararsan bende mevcut. Mesela bu yaz Marmaristeyken hepsini birer birer yaptım. Yalnız yüzmek her ne kadar hüzün verici olsa da bir süre sonra alışıp bu nimetten faydalanmadım da değil. İstediğimde girip istediğimde çıkmak, istediğim kadar uzağa gitmek, canım mı sıkıldı hoop çıplak ayaklarla etrafta bir tur atmak, turist amca ve teyzelerle karşılıklı gülümseşmek ne biliyim el sallaşmak falan, güzel şeylerdi bunlar. Hala Marmaris tatilinin izlerini taşıyorum, bikini izlerim duruyor hala, biraz solmuş yer yer yok olmuş ama olsun hala orada, hala benimle. Banyodan çıkıp nerelere geldim yahu. Amma tatilin faydalarından hazır söz açılmışken es geçmek de olmaz tabii ki. Düşünsenize bir kere yoklama derdi yok, sabah erken kalk derdi yok. Tek kötü yanı okul zamanları benim dışımda bir etkenle toplanan yatağımı ben toplamak zorunda kalıyorum ama o kadar kusur kadı kızında da var canım. Sınavlara hazırlan, derslerde uyumamaya çalış, defterleri tamamlayacağım diye uğraş derdi de yok. Neredeyse 10,5 yıllık öğrencilik hayatımda ilkokuldan beri (6. sınıf olabilir) hiçbir zaman defterim tam olmadı. Hele liseye geçince bırak tamamlamayı defter taşımaz oldum. Nerede o eski günü gününe ders çalışan (annemin katkıları büyük), derslere katılan, öğretmenini can kulağıyla dinleyen, en önün değişmez sahibi Eftal, nerede şimdi ki derslere uyumak için giren, dersi sadece ilk ve son 5 dakikada dinleyen, hayaller kuran, yatan, ders çalışmamak için harcadığı çabayı ders çalışmak için harcasa 2 yılda hem üniversiteyi hem de liseyi bitirecek olan Eftal. Şimdi düşünüyorum da çocukken susuz yemişler bizi. Oku öğretmen/doktor/polis/mühendis ol, paranı kazan, kendi evinde mutlu mutlu yaşa diyerek. Büyüdükçe hayatın gerçeklerini daha bir hissediyor, daha bir fark ediyor insan. Hatırlıyorum küçükken ben abim asker diye askeri hemşire olmak isterdim, sonra geçen gün bir tanıdığımız geldi beni en son 5. ya da 6. sınıfta görmüş olacak bana sen en son astronot olmak istiyordun dedi, zaman geçtikçe ben önce ingilizce öğretmenliğini, doktorluğu, avukatlığı, genel müdürlüğü, gazeteciliği, köşe yazarlığını en son da turizm rehberliğini düşündüm. Yani büyüdükçe ideallerim daha kolay ulaşacağım şeylere dönüştü. Hatta bir ara gökbilimci olmak istiyordum, gökyüzüne takmıştım kafayı, salak salak kitaplar, kasetler, belgeseller falan izliyordum. Arkeolog bile olmak istedim yahu. Şimdi bir de şu halime bak. Lisedeyim, dilciyim, geleceğe dair tek planın İngiliz Dili ve Edebiyatı okur sonra da rehberlik lisansı alırım, sonrası allaha kalmış. Hee Eftal yaparsın sen merak etme. Oğlum nereye yapıyon lan, millet o kadar çalışıyor, didiniyor. Peheeeyy. Ben bu gidişle üniversite mezunu bir işsiz olmazsam furun beni. Düşünüyorum da bir kafe açsam, böyle hem restaurant hem pastacı kıvamında. 2 katlı hoş bir mekan. Kendi işimin patronu, garsonu, temizliçisi olsam. Rehberlikten de soğumamın nedeni sadece tek bir bölgenin rehberi olma olayı. Ben ki dünyayı gezmek istiyordum. Şimdi git bakkala ekmek al desen yapmam valla. Düşünsene rehber olmuşum aynı zamanda bir gazetede gezi yazıları falan yazıyorum. Ay yok anacım o da sıkar beni. Böyle konulu bir şey oldu mu senden bir şey yapman beklendi mi yapamıyorum ben, içimden gelmeli. Nah böyle blogta yazar gibi yazarsam oh ne ala. PuCCa gibi bi' şey oluyormuşum. Ama bende onun hayatı ne gezer. Neyse ya daha 15 yaşındayım uzun boylu düşünmek için çok erken. De keşke en azından ne olmak istediğimi bilseydim. Aaaa bak yine karıştı ben ne diyordum, hah su. En büyük zevklerimden biri banyodan çıkıp kafamda havlu, üstümde bornoz öyle malak malak oturmak. Şuan bile kafamda havlu var işte. Eheheheh. Ben ki yaz kış sıcak suyla yıkanan insanım, hiç bana göre değil öyle soğuk suyla yıkanmak o ne öyle horon tepiyormuş gibi. O sıcak suyun verdiği mayışmayı, rahatlamayı, masaj etkisini ne verebilir ki başka. Ucuz spa. Bornozla oturma rekorum 2,5 saat. Onda da terleyip çıkartmıştım yoksa ben öyle devam edebilirdim. Banyo yapmak güzel şey, insan temizken özgüveni daha bi sağlam oluyor ha bir de o kokulu duş jellerinin hastasıyım.
21 Kasım 2012 Çarşamba
2. bölüm
o konuşmayı izleyen günlerde içinde hep bir sıkıntıyla dolaştı sam. korkak biri değildi fakat babasının bu sözleri onda çok büyük bir etki yaratmıştı. dalgın dalgın yine bu konu üzerinde düşünerek okula giderken birdenbire bir şey ona çarptı. "aman tanrım, çok üzgünüm, iyi misiniz?" neye uğradığını şaşırmıştı sam, düştüğü yerden yavaşça doğrulmaya çalışırken bir el ona yardım için uzandı. biraz çekinerek de olsa o eli tuttu sam ve ayağa kalkabildi. elin sahibi şimdi sam'i bırakmış, eşyalarını topluyordu. bütün kitaplarını temizleyip ona geri verdi ve "gerçekten çok özür dilerim, iyi misin?" dedi. sam o ana kadar tamamen kendisi üzerinde olan ilgisini sesin ve elin sahibine çevirdi. karşısında o kadar yakışıklı biri duruyordu ki onun gerçek olduğuna inanamadı bir an. sam'e bakarak o kadar güzel gülümsüyordu ki. sam bir cevap vermediğini hatırlayarak "iyiyim, önemli değil" dedi. sesin, elin ve o mükemmel gülümsemenin sahibi elini tekrar uzattı sam'e ve "iyi olduğuna sevindim, ben elton" dedi. sam de kendisine 2. defa uzatılan bu eli 2. defa tutarak "ben de sam, teşekkürler."dedi. elton "ben buralarda yeniyim, sanırım sen de kornapya lisesindesin." dedi. sam elton'a dönerek "evet, istersen sana yardımcı olabilirim" dedi. elton da bu nazik teklifi kabul etti. okula sadece birkaç blok kalmıştı. beraber yürümeye başladılar bir süre sonra sessizliği elton sam'e okul hakkında sorular sorarak bozdu. sam de elinden geldiğince bu sorulara cevap verdi. ne yazık ki bu büyülü anlar okula girişle birlikte bozuldu. sam'in yanında böylesine yakışıklı birinin nasıl olup da olduğuna inanamayan okulun popüler kesimi girişe hücum etti. sam de elton'a hüzünlü bir bakış atarak hızlıca sınıfa koştu ve sırasına yerleşti. pencere kenarındaydı sırası ve elton'ın bu ani ilgiden ne kadar hoşlandığını açıkça görebiliyordu. ara sıra etrafına bakınsa da dikkati tümüyle blairda idi. siyah uzun dalgalı saçları, beyaz teni, yeşil gözleri ve uzun bacaklarıyla blair birçok erkeğin ilgisini çekerdi zaten. ona dikkat etmeyen sayılı erkekler de okulda bir azınlık oluşturan eşcinsel grubundaydı. berbat birer 4 ders geçirdikten sonra nihayet öğle yemeği zili çaldı. tüm kornapya lisesi bir anda yemekhaneye saldırdı. sam bu kalabalıkta düşmemek, sürüklenmemek ve ezilmemek için olağanüstü bir çaba harcadıktan sonra nihayet yemek tepsisiyle birlikte oturacak bir yer aramaya başlamıştı. oturabileceği her yer dolmuş, oturamayacağı bir çok yer ise boştu. tanrı aşkına hangi aklı başında popüler biri onu masasına davet edebilirdi ki. kimsenin bunu yapmayacağı sam yanlarından geçerken boş sandalyelere çanta, ceket vs koymalarından belliydi zaten. sam tam dışarı çıkmayı düşünürken birden birinin ona seslendiğini duydu ama umursamadı. sonuçta sam bilindik bir isimdi, bu okuldan ondan başka samler de olabilirdi. fakat bu ısrarlı sesleniş bitmeyince dönüp arkasına baktı ve elton'ın ona seslendiğini gördü. bir an o kadar şaşırdı ki şaşkınlıktan neredeyse yemek tepsisini düşürüyordu ve bu 17 kornip bayıldığı yemek tepsisine asla yapamayacağı bir şeydi. tabii akşama kadar açlıktan ölmek istemiyorsa. elton seslenmeyi bırakmış, yanına geliyordu. ne yapacağı, ne diyeceğini şaşırdı sam. elton yanına gelip "dakikalardır sana sesleniyordum sam, benim masam boş oraya gelebilirsin" dedi. aynı anda ikisi de dönüp elton'ın bahsettiği masaya baktılar ve o masanın tamamen kızlarla çevrili olduğunu fark ettiler. bunun üzerine sam" hiç gerek yok ben bahçede yemek istiyordum zaten" dedi ve arkasını döndü. elton sam'i kolundan tutarak kendine çekti ve "lütfen biraz bekler misin?"dedi, koşarak masaya gitti. tepsisini alıp sam'in yanına geldi ve "o halde gidelim hadi." dedi. sam şaşkınlıktan artık küçük dilini yutmak üzereydi. bahçede boş bir bank bulup yerleştiler ve derse giriş zili çalana dek birbirlerine her şeyi anlattılar. sam okuldan eve dönerken bugünün mükemmel bir gün olduğunu düşünüyordu, tam eve adımını attığı sırada aklına daha önce takılmadığı bir ayrıntı geldi, küçücük ama bir o kadar da önemli bir ayrıntı. neden elton sürekli sam'den gözlerini kaçırıyordu?
o konuşmayı izleyen günlerde içinde hep bir sıkıntıyla dolaştı sam. korkak biri değildi fakat babasının bu sözleri onda çok büyük bir etki yaratmıştı. dalgın dalgın yine bu konu üzerinde düşünerek okula giderken birdenbire bir şey ona çarptı. "aman tanrım, çok üzgünüm, iyi misiniz?" neye uğradığını şaşırmıştı sam, düştüğü yerden yavaşça doğrulmaya çalışırken bir el ona yardım için uzandı. biraz çekinerek de olsa o eli tuttu sam ve ayağa kalkabildi. elin sahibi şimdi sam'i bırakmış, eşyalarını topluyordu. bütün kitaplarını temizleyip ona geri verdi ve "gerçekten çok özür dilerim, iyi misin?" dedi. sam o ana kadar tamamen kendisi üzerinde olan ilgisini sesin ve elin sahibine çevirdi. karşısında o kadar yakışıklı biri duruyordu ki onun gerçek olduğuna inanamadı bir an. sam'e bakarak o kadar güzel gülümsüyordu ki. sam bir cevap vermediğini hatırlayarak "iyiyim, önemli değil" dedi. sesin, elin ve o mükemmel gülümsemenin sahibi elini tekrar uzattı sam'e ve "iyi olduğuna sevindim, ben elton" dedi. sam de kendisine 2. defa uzatılan bu eli 2. defa tutarak "ben de sam, teşekkürler."dedi. elton "ben buralarda yeniyim, sanırım sen de kornapya lisesindesin." dedi. sam elton'a dönerek "evet, istersen sana yardımcı olabilirim" dedi. elton da bu nazik teklifi kabul etti. okula sadece birkaç blok kalmıştı. beraber yürümeye başladılar bir süre sonra sessizliği elton sam'e okul hakkında sorular sorarak bozdu. sam de elinden geldiğince bu sorulara cevap verdi. ne yazık ki bu büyülü anlar okula girişle birlikte bozuldu. sam'in yanında böylesine yakışıklı birinin nasıl olup da olduğuna inanamayan okulun popüler kesimi girişe hücum etti. sam de elton'a hüzünlü bir bakış atarak hızlıca sınıfa koştu ve sırasına yerleşti. pencere kenarındaydı sırası ve elton'ın bu ani ilgiden ne kadar hoşlandığını açıkça görebiliyordu. ara sıra etrafına bakınsa da dikkati tümüyle blairda idi. siyah uzun dalgalı saçları, beyaz teni, yeşil gözleri ve uzun bacaklarıyla blair birçok erkeğin ilgisini çekerdi zaten. ona dikkat etmeyen sayılı erkekler de okulda bir azınlık oluşturan eşcinsel grubundaydı. berbat birer 4 ders geçirdikten sonra nihayet öğle yemeği zili çaldı. tüm kornapya lisesi bir anda yemekhaneye saldırdı. sam bu kalabalıkta düşmemek, sürüklenmemek ve ezilmemek için olağanüstü bir çaba harcadıktan sonra nihayet yemek tepsisiyle birlikte oturacak bir yer aramaya başlamıştı. oturabileceği her yer dolmuş, oturamayacağı bir çok yer ise boştu. tanrı aşkına hangi aklı başında popüler biri onu masasına davet edebilirdi ki. kimsenin bunu yapmayacağı sam yanlarından geçerken boş sandalyelere çanta, ceket vs koymalarından belliydi zaten. sam tam dışarı çıkmayı düşünürken birden birinin ona seslendiğini duydu ama umursamadı. sonuçta sam bilindik bir isimdi, bu okuldan ondan başka samler de olabilirdi. fakat bu ısrarlı sesleniş bitmeyince dönüp arkasına baktı ve elton'ın ona seslendiğini gördü. bir an o kadar şaşırdı ki şaşkınlıktan neredeyse yemek tepsisini düşürüyordu ve bu 17 kornip bayıldığı yemek tepsisine asla yapamayacağı bir şeydi. tabii akşama kadar açlıktan ölmek istemiyorsa. elton seslenmeyi bırakmış, yanına geliyordu. ne yapacağı, ne diyeceğini şaşırdı sam. elton yanına gelip "dakikalardır sana sesleniyordum sam, benim masam boş oraya gelebilirsin" dedi. aynı anda ikisi de dönüp elton'ın bahsettiği masaya baktılar ve o masanın tamamen kızlarla çevrili olduğunu fark ettiler. bunun üzerine sam" hiç gerek yok ben bahçede yemek istiyordum zaten" dedi ve arkasını döndü. elton sam'i kolundan tutarak kendine çekti ve "lütfen biraz bekler misin?"dedi, koşarak masaya gitti. tepsisini alıp sam'in yanına geldi ve "o halde gidelim hadi." dedi. sam şaşkınlıktan artık küçük dilini yutmak üzereydi. bahçede boş bir bank bulup yerleştiler ve derse giriş zili çalana dek birbirlerine her şeyi anlattılar. sam okuldan eve dönerken bugünün mükemmel bir gün olduğunu düşünüyordu, tam eve adımını attığı sırada aklına daha önce takılmadığı bir ayrıntı geldi, küçücük ama bir o kadar da önemli bir ayrıntı. neden elton sürekli sam'den gözlerini kaçırıyordu?
19 Kasım 2012 Pazartesi
peki ya sonra?
1. bölüm
çamurlu bir kornapya öğleden sonrasıydı, elinde bir somun ekmek ile ilerliyordu sam. ekmek annesi içindi zira annesi pek severdi ekmeği. okul çıkışı sokağın köşesindeki fırından almıştı ekmeği, daha yeni çıkmıştı fırından, sıcacıktı. dayanamadı kopardı bir köşesinden. ekmeğin o mis kokusuyla doldurdu ciğerlerini. bir ısırık aldı daha sonra. sonra bir tane daha. o da çok severdi kornapya ekmeğini. bir çok yönünden annesine benzerdi zaten. yeşil saçları, siyah gözleri, alt dudağına oranla biraz fazlaca ince olan üst dudağı ve düzgün burnu birer kopyasıydı annesinin. uzun kirpikleriyse babasından ona geçen tek şeydi fiziksel olarak. bazen keşke ablam gibi olsaydım diye düşünürdü. çok güzeldi ablası. dolgun dudakları, yeşil gözleri, bal rengi saçları vardı. bir gören döner bir daha bakardı kornapya sokaklarında yürürken ona. çok talibi vardı ya, eşcinseldi ablası. sam bayılırdı ona sevgililik teklif eden erkeklere ama ablası bayılmazdı işte. çok sevdiği bir sevgilisi vardı, uzun zaman saklamışlardı ilişkilerini ama sonunda isyan etmişlerdi işte. lilydi ablasının adı, jesmie de sevgilisi. o kadar iyi anlaşırlardı ki aynı zamanda en yakınlarıydılar birbirlerinin. sam hep kıskanırdı onları. hep onlarınki kadar iyi bir ilişkisi olsun isterdi. ama o yalnız bir çocuktu. bir türlü sevememişti yaşıtlarını, yaşıtları da onu. farklılıklarıyla dalga geçerlerdi hep. yaşıtları neyde iyiyse kötüydü sam, neyde kötüyse en iyisiydi. bu yüzden sevilmiyordu işte. 22. yüzyıl kornapyasında henüz oturmamıştı hoşgörü kavramı. bilmiyorlardı henüz farklılıklarla dalga geçilmenin ne kötü bir durum olduğunu. böyle bir hayatı vardı işte samin. marangoz çırağıydı okul çıkışı. hafta sonları ise bir pastanede çalışırdı. çalışmayı severdi o, yeni yerler görmeyi, yeni insanlar tanımayı. ama en çok da kemanını severdi. eline ne zaman alsa kemanını mutlaka dinletirdi. sanki kemanla tek vücut olur, onu çalmaz onu yaşardı. hayalperest biriydi ya, en büyük hayali kemanıyla dünyayı dolaşmaktı. eğer bir arkadaşı varsa, kemanı onun en yakın arkadaşıydı. 15 yaşında biri için kolay bir hayat yaşıyordu. her şeyin biranda ters yüz olması beklenmedik bir durumdu. ama o durum gerçekleşti. bir gün babası eve geldiğinde yüzü asıktı, bu alışılmadık bir durumdu çünkü hep gülerdi babası. akşam yemeğine dek odasına kapandı ancak akşam yemeği vaktinde çıktı odasından. yemek masasındaydı tüm aile, bekliyorlardı onu. ciddi bir yüzle oturdu sandalyesine ve tok bir sesle başladı konuşmaya." size vereceğim bu haber sevgili ailem, bundan sonraki yaşantımızı yakından ilgilendiriyor. uzun süredir içinde bulunduğumuz bu karmaşık durum sonunda bir sonuca bağladı. kornapya, evimiz, artık işgal altında. hepiniz haberlerde çıkan o uzay araçlarını hatırlarsınız. beklenen düşman havadan değil yer altından geldi ne yazık ki. hangi türe ait oldukları bilinmiyor fakat kardeksler adı verilen bu tür, tam bir insan düşmanı. insanlar gibi yürüyüp, koşabiliyor, konuşup, düşünebiliyorlar. ancak insan değiller. ayırt edebilmek çok güç, tek fark göz bebekleri. dikkatli baktığında göz bebeklerine kendi yansımanı göremiyorsun. hepinizi uyarıyorum. kendinize dikkat edin. hayat bundan sonra dilediğimiz kadar kolay olmayabilir."
çamurlu bir kornapya öğleden sonrasıydı, elinde bir somun ekmek ile ilerliyordu sam. ekmek annesi içindi zira annesi pek severdi ekmeği. okul çıkışı sokağın köşesindeki fırından almıştı ekmeği, daha yeni çıkmıştı fırından, sıcacıktı. dayanamadı kopardı bir köşesinden. ekmeğin o mis kokusuyla doldurdu ciğerlerini. bir ısırık aldı daha sonra. sonra bir tane daha. o da çok severdi kornapya ekmeğini. bir çok yönünden annesine benzerdi zaten. yeşil saçları, siyah gözleri, alt dudağına oranla biraz fazlaca ince olan üst dudağı ve düzgün burnu birer kopyasıydı annesinin. uzun kirpikleriyse babasından ona geçen tek şeydi fiziksel olarak. bazen keşke ablam gibi olsaydım diye düşünürdü. çok güzeldi ablası. dolgun dudakları, yeşil gözleri, bal rengi saçları vardı. bir gören döner bir daha bakardı kornapya sokaklarında yürürken ona. çok talibi vardı ya, eşcinseldi ablası. sam bayılırdı ona sevgililik teklif eden erkeklere ama ablası bayılmazdı işte. çok sevdiği bir sevgilisi vardı, uzun zaman saklamışlardı ilişkilerini ama sonunda isyan etmişlerdi işte. lilydi ablasının adı, jesmie de sevgilisi. o kadar iyi anlaşırlardı ki aynı zamanda en yakınlarıydılar birbirlerinin. sam hep kıskanırdı onları. hep onlarınki kadar iyi bir ilişkisi olsun isterdi. ama o yalnız bir çocuktu. bir türlü sevememişti yaşıtlarını, yaşıtları da onu. farklılıklarıyla dalga geçerlerdi hep. yaşıtları neyde iyiyse kötüydü sam, neyde kötüyse en iyisiydi. bu yüzden sevilmiyordu işte. 22. yüzyıl kornapyasında henüz oturmamıştı hoşgörü kavramı. bilmiyorlardı henüz farklılıklarla dalga geçilmenin ne kötü bir durum olduğunu. böyle bir hayatı vardı işte samin. marangoz çırağıydı okul çıkışı. hafta sonları ise bir pastanede çalışırdı. çalışmayı severdi o, yeni yerler görmeyi, yeni insanlar tanımayı. ama en çok da kemanını severdi. eline ne zaman alsa kemanını mutlaka dinletirdi. sanki kemanla tek vücut olur, onu çalmaz onu yaşardı. hayalperest biriydi ya, en büyük hayali kemanıyla dünyayı dolaşmaktı. eğer bir arkadaşı varsa, kemanı onun en yakın arkadaşıydı. 15 yaşında biri için kolay bir hayat yaşıyordu. her şeyin biranda ters yüz olması beklenmedik bir durumdu. ama o durum gerçekleşti. bir gün babası eve geldiğinde yüzü asıktı, bu alışılmadık bir durumdu çünkü hep gülerdi babası. akşam yemeğine dek odasına kapandı ancak akşam yemeği vaktinde çıktı odasından. yemek masasındaydı tüm aile, bekliyorlardı onu. ciddi bir yüzle oturdu sandalyesine ve tok bir sesle başladı konuşmaya." size vereceğim bu haber sevgili ailem, bundan sonraki yaşantımızı yakından ilgilendiriyor. uzun süredir içinde bulunduğumuz bu karmaşık durum sonunda bir sonuca bağladı. kornapya, evimiz, artık işgal altında. hepiniz haberlerde çıkan o uzay araçlarını hatırlarsınız. beklenen düşman havadan değil yer altından geldi ne yazık ki. hangi türe ait oldukları bilinmiyor fakat kardeksler adı verilen bu tür, tam bir insan düşmanı. insanlar gibi yürüyüp, koşabiliyor, konuşup, düşünebiliyorlar. ancak insan değiller. ayırt edebilmek çok güç, tek fark göz bebekleri. dikkatli baktığında göz bebeklerine kendi yansımanı göremiyorsun. hepinizi uyarıyorum. kendinize dikkat edin. hayat bundan sonra dilediğimiz kadar kolay olmayabilir."
tanışma merasimi
ben o "tanısan aslında çok seversin" insanlarındanım. tanımadan sevemezsin beni. nefret edersin hatta. ortam yoktur benim, ya severek soğuturum seni kendimden ya da hiç sevmem yine de soğursun benden. çok kolay sevdiririm bi o kadar da kolay soğuturum seni kendimden. baştan söylüyorum bak sonra demedi deme. dürüstlük işte, 2. blogum bu benim. hafif manyak olduğum için olayları öyle bi yaşamışım, öyle bi yazmışım ki ben bile soğudum o blogtan. ammaa bunlar ciddi olaylar gelelim biz seninle burda ne bok yiyeceğimize. ya da benim ne bok yiyeceğime. okul, ev, ergenlik derken bunalan, kafayı yiyen iç dünyamı sunuyorum herkese. al bi de sen vur düşene bir tekme. beni sıkça kafamda bir havluyla oturmuş yazarken görebilirsin, çünkü hayatta en çok üşendiğim şeydir saçımı kurutmak. sonra da vay efendim neden kıvırcık oldu saçım... yazmaya tweet atmakla başladım her ergen gibi sonra da 140 karakter yetmedi saçmalamama. millet beni susturdukça ben de yazar oldum. küçükken şiir yazardım, çok da beğenilirdi. büyüdükçe evrim geçirdim şiir yazamaz oldum, duygular ve yoğunlukları değişti. ciddi yazamam öyle kompozisyon falan ama denemelerim de olur. kitap okumayı çok severim ama okumam öyle sık sık. bi dönem o kadar çok okudum ki her türden, farklı bir kitap bile olsa aynılaşıyor zamanla. devrik cümlelerin kraliçesi, yüklemsiz cümlelerin prensesi, anlamsız sözcüklerin efendisiyim. bir dizüstü edebiyatı değil benim olayım, edebiyat yapmam ders olarak da sevmem zaten. dil öğrencisi olduğumdan zaman zaman ingilizce de saçmalarım. kafam hep karışıktır benim. yüzüme bakan güler nedense. nefret edenim de çoktur, sevenim de, sever gibi gözükenim de. her şeyden önce kendimi severim ben. kendim için yaparım ne yaparsam. yay burcuyum, keşke demek büyük zayıflıktır bana göre. dibine kadar yaşamayı severim. kafamı dağıtırım, olayları sapıtmam. içkiye, sigaraya vb madde bağımlılığına karşıyım. insanların tercihlerinin yargılanmasına da. hiç tanımadığım birini sonuna kadar savunur sonunda kötü olan ben olurum. anlık sinirlenirim işte. ağlamaktan da nefret ederim. çakma bir pollyannayım. çok isterdim Adile Naşit'in masallarıyla büyümeyi, olmadı yetişemedik o güzelliğe. benden sonraki nesle ne bırakacağımı düşünürüm bazen. alın torunlarım okuyun yazılarımı tabii beni alacak bir koca bulabilirsem. ben de herkes gibiyim aslında. içinizden biriyim. kelimelerle oynamayı seven yanınızım. bazen saçma bazen de "oha amk ne kadar doğru" diyeceğin sözlerin sahibiyim. öylesine bir çatlağım işte. ordinary bir insan budalası.